CEVAP
Allahü teâlâyı bir cisim olarak kabul eden ve Ona insanlardaki şeklinde uzuvlar isnat eden, Kur’andaki müteşabih âyetlere yanlış mana verip, Tanrı’ın el, yüz şeklinde organlarının bulunduğunu iddia eden sapık fırkadır.
Allahü teâlâyı başka varlıklara benzeten teşbih ve tecsim fikrini ilk kez ortaya atan yahudi Abdullah ibni Sebe ile, hicri birinci asrın sonunda ve ikinci asrın başlarında yaşayan Hişam bin Salim-el-Cevaliki ve Hişam bin el-Yargıcı şeklinde kimselerdir.
Bu fikirleri hicri ikinci yüzyıl süresince korumak için çaba sarfeden sapıklar oldu. Bu kimselere yanıt veren imam-ı Malik hazretleri, bir defasında teşbih fikrini savunanlara; “Sizi bid’atlerden ve bid’atçilerden sakındırırım” buyurdu. “Bid’atçiler kimlerdir?” denilince, cevaben; “Bid’atçiler o kimselerdir ki, Allahü teâlânın adları, sıfatları, kelamı, bilimsel ve kudreti mevzusunda söz ederler. Sahabenin ve iyilikte onlara tâbi olanların sustuğu mevzularda susku etmezler” buyurdu.
İmam-ı Zühri, imam-ı Sevri şeklinde Ehl-i sünnet âlimleri de, teşbih ve tecsim fikrini savunanlara yanıt vermişler, Müslümanları onlara aldanmaktan sakındırmışlardır. Bu akım, üçüncü hicri yüzyıl süresince devam etti. İmam-ı Ahmed bin Hanbel ile Yahya bin Main, İshak bin Raheveyh şeklinde Ehl-i sünnet âlimleri mücessime ve müşebbiheye ilişkin fikirleri reddedip savaşım yaptılar.
Bugün, kendilerine selefiyim diyenlerin aynı yolu tuttuğunu görüyoruz. İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki:
Bilgisizlik ve dalalet fırkaları, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatı hakkında, Cenab-ı Hakkın münezzeh olduğu şeyleri Ona isnat ediyorlar. Bu dalaletlerine de “Selefin yolu” diyerek selefi salihine, [yani Eshab-ı kirama ve Tabiin-izama] kara çalma ediyorlar. Selefin itikadını sana beyan edeyim. Yedullahtaki yed kelimesini el şeklinde düşünmemelidir. Sözgelişi “Falanca kent, falanca valinin elinde” denilince, o şehrin valinin elinin içinde değil, onun idaresi altında olduğu anlaşılır. Bu bakımdan yedullah ifadesini Tanrı’ın kudreti olarak anlamalıdır. (İlcam-ül-avam)
Gene, İmam-ı Gazali hazretlerinin bildirdiği şeklinde, öteki ifadeleri de bu şekilde açıklamak gerekir. Sözgelişi (Zıllullah) ifadesine de “Tanrı’ın gölgesi” demek doğru değildir. Bu husustaki hadis-i şerifi açıklarken, (Kendisinden başka himaye edenin bulunmadığı bir günde Allahü teâlâ, yedi derslik insanı kendi himayesine alır) demelidir. Yoksa “Kendi gölgesinde gölgelendirir” dememelidir. Zira bu ifadeden, Cenab-ı Hakkın cisim olduğu şeklinde bir mana çıkaranlar olabilir. Iyi mi “Beytullah” şu demek oluyor ki “Tanrı’ın evi” kelimesini, hâşâ Tanrı’ın barındığı bir ev olarak anlamıyorsak, hadis-i şeriflerde geçen “Yedullah”, “Zıllullah” kelimelerini de zahir manaları şeklinde anlamayıp, tevil etmemiz gerekir. Bir bid’at ve dalalet olan selefiye sapıklığını önlemek için, İslam âlimleri müteşabih âyet ve hadisleri tevil etmişlerdir. Sadece bu tevil işinde haddi aşıp İslam âlimlerinin bildirdiklerine uymayan mana verenler de sapıtmışlardır. İslam âlimlerinin bildirdiklerine uymayan tüm kitaplar, saygın değildir.
Abdülaziz bin Baz ismindeki vehhabi bir yazar (Akidet-üs-sahiha) kitabında, Ehl-i sünnet itikadındaki müslümanlara müşrik şu demek oluyor ki kâfir damgasını vuruyor, her müslümanın “Necdi” şu demek oluyor ki vehhabi olmasını istiyor.
İstiva, Yed, Vech şeklinde müteşabih kelimelere, oturmak, el yüz şeklinde manalar vererek -hâşâ- Allahü teâlâyı cisim olarak bildiriyor. Müşebbihe fırkası şeklinde inanıyor. (Üstadımız İbni Teymiye de bu şekilde söylemiş oldu) diyerek onun da Müşebbiheden bulunduğunu gizlemiyor.
Kitapta imam-ı Malik hazretlerinin hocasının (İstivanın keyfiyeti bilinemez) söylediğini yazıyor. Doğrusu da budur. Fakat Necdi derhal birkaç satır sonrasında, (Tanrı göklerin üstünde bulunan Arş üstünde oturuyor) diyor. Keyfiyeti bilinmeyen şey üstünde iyi mi bu şekilde kati konuşulur. Selef-i salihin denilen önceki âlimler, İstiva, Yed şeklinde kelimeleri tevile lüzum görmezlerdi. Zira bu kelimelerin mahiyeti bilinirdi. Sözgelişi (İstanbul, valinin elindedir) denilince, bunun açıklanması istenmez, hepimiz buradaki el kelimesinin hakiki el ile ilgisi olmadığını bilirdi. (Tanrı Arşı istiva etti) denince de, Tanrı’ın Arşa hükümran bulunduğunu anlarlardı. Fakat Müşebbihe denilen bozuk fırka, (Tanrı’ın bizim şeklinde eli var. Tanrı Arşın üstünde oturur) şeklinde manalar verince sonraki âlimler bu kelimeleri açıklamak zorunda kalmışlardır. Kur’an-ı kerimde bu şekilde tevil edilmesi ihtiyaç duyulan fazlaca âyet-i kerime vardır. Hakiki manası ile alınırsa şaşırtıcı ve hayret verici manalar ortaya çıkar. Sözgelişi Kur’an-ı kerimde (Köye sor) buyuruluyor. Köyden maksat, köydeki insanlardır. Gene Kur’an-ı kerimde kâfirlerin sağır, dilsiz ve kör olduğu bildiriliyor. (Bekara 18)
Kâfirler sağır, dilsiz ve kör değildir. Bunlara, hakikati duymadıkları için sağır, hakkı söylemedikleri için dilsiz, doğru yolu, gerçekleri göremedikleri için kör denilmiştir. Bilen için bu tarz şeyleri izaha lüzum yoktur. Eskiden de istiva, yed, vech şeklinde kelimeler tevil edilmeden bilinirdi. Müşebbihe fırkası ve sonrasında necdiler, bu kelimeleri hakiki manası ile alınca, hâşâ Tanrı’a mekan ittihaz etmiş oldular. Onu cisim zannettiler. Necdi Abdülaziz Baz da, (Tanrı gökte Arşın üstünde oturuyor) diyerek küfre giriyor. (S.8-10)