Allah’ın (cc) mekandan münezzeh olduğunu biliyoruz. Diğer taraftan da bize şah damarımızdan daha yakın. Hem heryerde, hem hiçbir yerde deği,l bu nasıl oluyor?
Bu konuyu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Mesela Güneş ışığı, ısısı ve yedi rengi vasıtası ile, dünyadaki bütün parlak şeylerde bulunur; her yerde sıfatları hükmünde olan ışık, ısı ve yedi renk ile görülür ve vardır. Fakat Güneş kütlesi ve zatı itibariyle parladığı ve ışıklandırdığı hiç bir parlak şeyde bulunmaz. demek Güneş sıfatları ile dünyadaki tüm parlak şeylerde var. Fakat kütlesi ve zatı itibarı ile, dünyadaki hiç bir şeyin içerisinde değildir. işte Güneşe bu özelliği veren Allah’ımızın sıfatları ve mahiyeti elbette aklımızın anlayamadığı kadar mükemmeldir.
Allah sıfatları ile, yani kudreti ilmi ve iradesi ile her yeri kuşatmıştır; fakat zatı itibariyle hiç bir şeyin içerisinde değildir. Demek her yerde hazır olması, sıfatları itibariyledir. Hiçbir mekanda olmaması ise, zatı itibariyledir; çünkü, mekanı yaratan O’dur ve mekana muhtaç değildir.
Allah bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna göre Ona yaklaşmayı nasıl anlamamız gerekiyor?
Soruda geçen “yakın” ve “yaklaşma” ifadelerinin mesafe ve mekânla bir ilgisi yoktur. Allah’ın kuluna yakın olması, onun her türlü ihtiyaçlarını bizzat görmesi, bütün hücrelerinde her türlü icraatı kudret ve ilmiyle yapması, ona kendi nefsinden daha merhametli olması gibi manalar taşır. Kulun Allah’a yaklaşması ise onun razı olduğu bir kul olma vadisinde attığı adımlarla ilgidir. İmanındaki inkişaf, ilmindeki terakki, amelindeki ihlas onu Allah’a yakınlaştıran vasıtalardır.
Uzak, yakın, geçmiş, gelecek gibi ifadeler zaman ve mekânla ilgilidir. Maddî olan ve bir mekânda yer tutan varlıklar, birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar. Maddeden ve mekândan münezzeh olan Allah, mekânın her yerindeki mahlûkatına onların nefislerinden daha yakındır. Keza, zamandan münezzeh olan Allah, zaman nehrinde akıttığı her bir varlığa onun nefsinden daha yakındır.
Allah’ın, mahlûkatına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı zaman ve mekân ölçüleriyle izah edilemez. Bir misal:
Siz okuduğunuz kitaba ondan daha yakınsınızdır; o kendisinde nelerin yazıldığını bilmez, siz bilirsiniz… Ve kitap sizden çok uzaktır, yani sizi anlamanın, tanımanın, seyretmenin çok gerilerindedir. Kitabın ilk sayfasındaki bir kelime ikinci sayfadakine yakındır, onuncu sayfadakine ise uzaktır. Ama onları yazan ve bilen müellif, bunların hepsine aynı derecede, aynı seviyede ve aynı ölçüde yakındır. Hepsi, onun ilminde birlikte bulunurlar.
Yakınlık ve uzaklığın bir başka cihetini bize ders veren bir hadis-i kutsî:
“… Kulum bana nafilelerle yaklaşır…”(Buhârî, Rikak 38.)
Yakınlaşmanın mânevî olduğunu, kalbî ve ruhî olduğunu bu kutsî hadis ders veriyor bize… Nafile; farz ve vacipleri işledikten sonra kulun Rabbine daha fazla yakınlaşmak, kalbini ulvî feyizlere daha ziyade açmak ve ömrünü rıza yolunda daha verimli harcamak niyetiyle yaptığı ibadetler, tefekkürler, ilticalar, şükürlerdir.
Böyle bir kul, Rabbine yaklaşma konusunda her gün biraz daha mesafe kat eder… Kat ettiği bu mesafeler de mânevîdir, Rabbine yaklaşması da…
Büyük bir âlim düşünelim. Bu zâtın öğrencilerinin hepsi aynı mekânda bulunsunlar ve sıra ile ondan ders alsınlar. İlme henüz başlamış bir talebe, onun huzurunda oturup dersini aldığı zaman, o yakınlık içinde bir uzaklık vardır. Çünkü o genç adam, o büyük imamı, o dâhi âlimi anlamanın çok ötelerindedir. İlmi ilerledikçe hocasına daha çok yaklaşacak ve ona olan hürmeti, takdiri, hayreti gittikçe artacaktır…
Tahsilinin her safhasında, hocası o talebeye yakındır, onu yetiştirmekte, ilerletmektedir… Burada uzaklık hoca için değil, talebe için söz konusudur. Kâmil bir velîye mürit olmuş noksan bir insan da öyledir… Mânen terakki ettikçe onun ruh dünyasından, gönül âleminden daha fazla istifade edecektir. O büyük velî ise, o müridini mânevî terakkisinin her basamağında takip etmekle ona daima yakındır. Uzaklık mürşit için değil, mürit içindir.
Misallerden hakikate geçelim: Allah, kulunun madde ve mânâ âlemini daima terbiye etmekle, o kuluna onun nefsinden daha yakındır. Kul ise ancak belli sınırlar arasında iş görebilen noksan sıfatlarıyla, bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkıyla anlamaktan çok uzak.
Allah her yerde hazır ve nazır olduğu halde, Ona rücu, yani Allah’a dönme ne demektir?
Rücu kelimesinin sözlük anlamı, geri dönmedir. Rücu ile ilgili âyet-i kerimeler, “Sonunda bize döndürüleceksiniz.” Yahut, “Sonra da döndürülüp, Ona götürüleceksiniz,” şeklinde biter. Her işini Allah’ın kendisine verdiği kuvvet ve kudretle ve diğer imkanlarla gören insanoğlunun, Rabbinin tasarrufu dışına çıktığı bir tek an dahi düşünülemeyeceğine göre rücuyu nasıl anlayacağız?
Üzerinde en fazla durulan mana, kendisine cüzi irade verilmekle bu dünyada bir imtihana tabi tutulan insanların, ahirette ömürlerinin hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkmaları şeklindedir.
Ezel aleminde ruhlarımıza bir hitap gelmişti; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye… Bu soruya; “Evet, sen bizim Rabbimizsin.” şeklinde karşılık vermiştik.
Dünya imtihanına atılınca sebepler âlemiyle karşı karşıya kaldık. Hep Güneş doğunca ortalık aydınlandı, hep bahar gelince çiçekler açtı. Buğdayımızı, sebzemizi hep topraktan, meyvemizi daima ağaçtan aldık. Bu hâl insanların bir kısmına gaflet verirken, diğer kısmını şükre sevk etti.
İmtihan âlemi kapandıktan, kabir safhası geçilerek, mahşere çıkıldıktan sonra, bu iki gurup insan da rablerine döndürülecekler. Yine onun huzurunda toplanacaklar. İşte bu içtima, bir rücu dur. Bu rücu, irademiz dışında olacaktır. “Döndürülmek” tabiri bize bu dersi verir. Ve bize bir başka rücuyu ders veren bir âyet-i kerime:
“Allah ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki; ölü idiniz sizleri diriltti. Sonra sizleri yine öldürecek. Sonra sizleri yine diriltecek. Sonra da döndürülüp Ona götürüleceksiniz.” (Bakara, 2/28)
İnsan ölü iken, yâni maddesi ölü elementler âlemindeyken diriltilerek insan hâline getiriliyor. Sonra yine ölüyor ve beden tekrar aslına rücu ediyor, tümüyle element oluyor. Bu safhayı yeniden diriltilme ve mahşere çıkma takip ediyor. İşte iki ölüm, iki diriliş ve iki ayrı rücu: Biri ölümden ölüme… Diğeri, hayattan hayata rücu.
Rücu ile ilgili diğer bir âyet-i kerime:
“O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler.”(Bakara, 2/156)
İtaat edenler de, isyan edenler de, öte âlemde yine onun huzurunda toplanacak, Ona rücu edecekler. Onun kulu olarak yaşayan ve bu imtihan âlemini iman ile terk eden bir kulun, ahirette Rabbine rücuu bir bayramdır. Allah’ın mülkünde Onu tanımadan ve emirlerine uymadan yaşayan insanlar da Rablerine küfür ve isyan üzere rücu edeceklerdir. O halde, rücu denilince, gözümüzde mahşer canlanmalı…
Her iki tabloyu da, hayalen olsun, nefsimizin önüne koymalıyız. Tâ ki rıza çizgisinden ayrılmasın, dünyanın geçici lezzetlerine kapılmasın ve haramlardan uzak kalsın.
“O gün emir yalnız Allah ındır.” (İnfitar, 82/19)
âyetinden ders alsın, o günü beklemeden bugünden Onun emri altına girsin, hükmüne razı olsun. Peygamber Efendimiz’in (asm.) “Ölmeden evvel ölünüz.” emrine böylece uysun ve Rabbinin gösterdiği istikamet yoluna dünyada rücu etsin. Ta ki, ahiretteki rücuu saadetle sonuçlansın.
Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah, biz kullarını mekâna yerleştirmiş ve zamana taksim etmiş.
Öyle ise insan, hangi mekânda ölürse ölsün, mekândan münezzeh olan Rabbine rücu eder. Keza, hangi zamanda can verirse versin, zamandan münezzeh olan Rabbine kavuşur…
Uzayın da bir sonu var, kainatın dışında ne var?
VÜCUD: “Varlık.” “Var olmak.” “Bulunmak.”
VACİB: “Varlığı zatından olup, yokluğu muhal olan.”
MÜMKİN: “Var olması da, yok olması da eşit olan. İkisi de imkân dairesinde bulunan.”
MÜMTENİ: “Varlığı muhal olan.” “Var olması mümkün olmayan.”
Etrafımız farklı mahiyette nice varlıklarla sarılı. Bunlar temel olarak üç gruba ayrılıyorlar, ama her birinin de sonsuz mertebeleri var.
Dünya üzerinde bir milyondan fazla hayvan ve bir o kadar da bitki türü hayat sürüyor. Cansızlar âlemi uçsuz bucaksız. Bütün bu varlıklar, İlâhî isim ve sıfatlara tecelligâh olma itibariyle değişik isimlerle yad edilirler:
Halik ismi nazarında mahlûk adını alırlar. Rezzak ismi noktasında merzuk olurlar. Kadimismine göre hepsi hâdis, Baki ismine göre “fâni”dirler. Musavvir ismine göre her biri birer şekil, Müzeyyin ismine göre birer süs, birer ziynettirler. Muhyi ismine göre, canlıolurlar. Mümit isminin tecellisiyle hayatını kaybedenlere ölü denilir.
Allah’ın varlığının vacip olması noktasında, mahlûkatın ismi mümkinat olur.
“Mümkin”, var olması da yoklukta kalması da imkân dairesinde olan demektir. “İmkân”için Nur Külliyatı’nda şu açıklama getirilir:
“İmkân, müsavi-üt tarafeyn”dir. Yani, vâcib ve mümteni olmayan, belki mümkün ve muhtemel olan şeylerin vücud ve ademleri, bir sebeb bulunmazsa müsavidir, farkları yoktur.” (Şualar)
“Vücub”, “imkân” ve “imtina” birer vücut mertebesidir. Bu mertebelere sahip olanlar ise “vacip” “mümkin” ve “mümteni”dirler.
Elimize aldığımız bir kitapta iki ayrı mahiyeti birlikte seyrederiz. Bunlardan birisini göz görür, diğerini ise akıl. Gözün gördüğü, kitabın sayfaları ve ondaki yazılardır. Akıl ise o yazıların bir ilimden aktığını bilir. Kitabı yazan ayrı bir mahiyetin var olduğuna ve kitaptaki bütün bilgilerin ondan geldiğine hükmeder. Bununla birlikte, o mahiyetin kitapla hiçbir ilgisi bulunmadığını, hiçbir harfe, kelimeye yahut cümleye benzemeyeceğini ve bunlar ölçü alınarak o mahiyetin bilinemeyeceğini idrak eder. Ve der ki: Bu kitabın bir yazarı vardır ve o zat yazı cinsinden değildir. Bu kitap onun ilmini bize tanıtır, tarif eder, ama mahiyeti hakkında hiçbir şey söylemez.
Şu varlık âlemine, “kâinat kitabı” denilmesinden hareket ederek, vücut mertebeleri hakkında bir şeyler söylemeye çalışalım:
Bu kitabın bütün harfleri, kelimeleri, cümleleri ve nihayet kitabın tamamı, varlık itibariyle, “mümkin” sınıfına girerler. “İmkân, müsavi-üt tarafeyn”dir, denilmişti. Yani, imkânın iki tarafı birbirine eşittir, müsavidir. Bu taraflardan birisi yokluk diğeri ise varlık. İnsan, eline kalemi aldığında, bir kelimeyi yazmaya da karar verebilir, yazmamaya da. O halde, bir kelime yazılmışsa bunun mânâsı şudur:
Yazar, o kelimenin var olmasını yoklukta kalmasına tercih etmiştir. Yazılmayan bir kelime için bunun aksi söz konusu.
Dün bizler yoktuk; bu dünya sayfasında başka insanlar yazılmışlardı. Bugün ise varız. Demek oluyor ki, bizim yokluğumuz varlığımıza müsavi; her ikisi de mümkün. Dün öyleydi, bugün ise böyle. Şimdi var olduğumuza göre, varlığımız yokluğumuza tercih edilmiş demektir.
Şu varlık âleminde, her şeyin bir başlangıcı ve sonu vardır. Öyleyse, onu yaratan zatın, ezelî ve ebedî olması vaciptir; aksi düşünülemez. Zira, “evveli olmak” ve “sonu bulunmak” mahlûkun sıfatlarındandır. Bir mahlûkun bir başka mahlûku yarattığını iddia etmek ise, kitap misalimizde, bir kelimenin bir başka kelimeyi yazdığını söylemek gibidir.
Kelime, yazılmadan önce kâtibin ilmindedir ve onun irade etmesiyle kâğıda dökülmüştür. Bir kelimenin bir başka kelimeyi yazabilmesi için, onun mahiyetini önceden bilmesi gerekir. Tâ ki, onu bu ilme göre, harflere döksün ve öylece ifade etsin.
Bizi şu kâinat kitabında ve dünya sayfasında yazan Zat, biz daha dünya yüzünde yokken ezelî ilmiyle bizi biliyordu. Sonra bizi var etmeyi irade etti; yokluktan kurtarıp, kudretiyle, varlığa kavuşturdu.
Kısacası, mümkinat dediğimiz bu mahlûkat âlemini ancak varlığı vacip olan bir zat yaratmıştır ve yaratabilir. İşte bu hakikat, Vacib-ül Vücud ile ifade edilir; yani, olması vacip, olmaması mümteni olan bir varlığın sahibi.
“Şu kâinatın Sani’-i Zülcelali, Vâcib-ül Vücud’dur. Yani: Onun vücudu zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevali muhaldir.”(Mektûbat)
Nur Külliyatı’ndan naklettiğimiz bu ifadede Vacib-ül Vücud’un sıfatlarından bazıları nazara verilir. Bu yapılırken, mümkin varlıkların da özelliklerine kapılar açılır.
Vacibin sıfatlarından birisi: “Zatî olmak”. Yani bir başkasının var etmesiyle var olmayıp, varlığı kendi zatından olmak. Mümkin sınıfına giren bütün mahlûkatın ise, varlıkları kendi zatlarından değildir.
Vacip olan, ezelî ve ebedîdir. Mümkin, ise sonradan yaratılmıştır ve varlığının bir sonu vardır. Vacibin yokluğu, yani olmaması muhaldir. Mümkinin ise varlığı gibi yokluğu da mümkündür.
Vacip, mutlak ve nihayetsiz bir kemale sahiptir; mümkin ise önceleri bir kemal noktasına doğru durmadan ilerler, o noktaya vardıktan sonra zevale meyleder. Cümlenin devamında, “Allah’ın vacip olan varlığına nispeten diğer varlıkların ancak zayıf bir gölge hükmünde kaldıklarına” dikkat çekilir.
Yine Nur Külliyatı’ndan “Şualar”da, vacip için, “vücut mertebelerinin en kuvvetlisi”, “maddiyattan münezzeh”, “bütün mahiyetlere mübayin” denilir.
Son ifade üzerinde biraz durmak isterim. Vacibin mahiyeti, bütün mahiyetlere mübayindir, yani zıttır. Bu tespit, gerçekten çok önemli. Yine kitap misalimize dönelim:
Katibin mahiyeti, kitaptaki bütün kelime ve cümlelerin mahiyetine zıttır. Çünkü onların mahiyetleri kelime olmak, cümle olmak, yazı olmaktır. Kâtibin mahiyeti ise bunlara tamamen zıt.
“Cenab-ı Hakk, hiçbir mahlûkuna benzemez” demekle bir hakikati ifade etmiş oluruz. Ama “mübayin” kelimesi “benzemez” kelimesinden daha başka mânâlara kapı açar.
Görüp işittiğimiz, koklayıp tattığımız ve nihayet düşünüp hayal ettiğimiz her şey mahlûktur; Allah ise Halik. Bütün bunlar mümkindir; Allah ise vacip. Bunların tamamı hâdis ve fânidirler; Allah ise ezelî ve ebedî.
Bu üç misâlimizde de, benzemezlikten öte, mübayin olmak söz konusudur. Bütün bunlar, mahiyet hakkındadır. Zatı itibariyle Allah’ın ortağı ve benzeri olmadığı gibi zıddı da yoktur.
Bazı kimseler, hem kendilerinin hem de muhatap oldukları her şeyin “mümkin” olduğunu çok iyi bildikleri halde, bunları ölçü tutarak Vacib-ül Vücudu hakkıyla bilme vehmine kapılırlar.
Mümkinler âlemi seyir ve tefekkür edilerek, onları yokluktan varlığa çıkaran vacip bir zatın varlığı bilinebilir; sıfatlarının mevcudiyeti anlaşılabilir. Ama bunlar ölçü tutularak Allah’ın zatının ve sıfatlarının mahiyetleri idrak olunamaz.
Yine Nur Külliyatı’nda Cenab-ı Hakk’ın kutsî mahiyetinin hiçbir varlığın mahiyetine benzemeyeceği ifade edilirken, “ne zatında, ne sıfatında, ne ef’alinde naziri yoktur, misli olmaz, şebihi yoktur, şeriki olmaz” buyrulur.
Allah’ın zatı vacip olduğu için mümkin olan zatlara benzemez. Sıfatları da vacib sıfatlarıdır, onlar da mümkinin sıfatlarına benzemezler. Vaktiyle, bu mânâyı bir derece açıklama niyetiyle, şunları kaleme almıştım:
“Bir insanın resmini çizmek isteseniz, her halde önce kafatasından başlayarak bütün bedenin genel bir profilini ortaya koyarsınız. Sonra kaşları, gözleri, ağzı yerleştirirsiniz.
Ama, Allah bir insanı böyle yaratmıyor. Önce insan bedeninin kaba ve ince bütün hatlarını ve her türlü özelliklerini bir noktada topluyor. Sonra o noktayı açıyor. Bunu yaparken insanın ne başından başlıyor, ne ayaklarından. İçi ve dışıyla bütün bedeni birlikte yazıyor ve çiziyor.
Bir başka örnek:
Evimizdeki eşyadan her birini ayrı bir mağazadan satın almışızdır. Çünkü, bunların her biri ayrı bir sanayi dalının ürünü. Koltuk, avize, bilgisayar, buzdolabı… Bunların imal edilmesi için değişik fabrikalar, farklı tezgâhlar çalışıyor. Ama kâinattaki icraatlar hiç de öyle değil. Kâinat tek bir fabrika… İnsandan tutunuz, milyonlarca nevi hayvan ve bitkiye kadar her varlık bu fabrikada yapılıyor ve bu tezgâhta dokunuyor.
Çiçeklerin yaratılışında, sebep olarak, Güneşe de bir pay verilmiş. Bu, avizenin ışığından halının desenlerinin teşekkül etmesi gibi bir şey. Bir başka misâl:
Güneş, dünyamızdan bir milyon üç yüz bin defa büyük. Demek oluyor ki, lambamız odamızdan bir milyon kat daha büyük… Ve odalar lambanın etrafında dönüp duruyorlar. ”
Şimdi şöyle bir düşünelim:
Allah’ın fiilleri, mümkinatın fiillerinden bu kadar uzak hatta onlara zıt olduğuna göre, elbette, Onun Vacip olan varlığı, mümkin varlıkların mahiyetine benzemeyecek ve onlara zıt olacaktır.
Biraz da “mümteni” üzerinde duralım:
Mümteni, “varlığı imkânsız olan” demektir. Buna örnek olarak, genellikle, “şerikler” verilir. Yani Allah’ın şeriki olması muhaldir ve şeriklerin varlığı mümteni grubuna girer.
Varlık sahasına çıkması mümkün olmayan ne kadar şey, hâdise, fiil, sıfat ve hal var ise bunların hepsi “mümteni” sınıfındadır.
Mümkin olmayan için iki şık söz konusudur, ya vacip olacaktır, yahut mümteni. Buna göre, vacip ve mümkin olmayanlar hep mümtenidirler. Sadece bir misâl vermekle yetineceğim:
“Bir harf katipsiz olmaz” hükmüne bakalım. Bir harfin katipsiz olarak yazılması mümkün değildir. Yani imkân âleminde kâtipsiz bir yazının yeri yoktur. Bir harfin katipsiz yazılmasının vacip olduğu söylenemeyeceğine göre, geriye bir tek şık kalıyor: Mümteni olmak.
ARŞ: “Yüksek yer. Tavan. Dam. Çardak.” “Hükümdarın tahtı. Hükümdarlık. Saltanat.” “Bütün âlemleri kuşatan yüce bir makam.”
Arş, ism-i âzama mazhar. Meleklerle kuşatılmış. Fahreddin-i Râzi Hazretlerinin ifadesine göre, İlâhî emirlerin ilk muhatapları olan meleklerin bulunduğu âlem. Tabiri caizse, bütün varlık âleminin idaresiyle, tanzimiyle ilgili hükümlerin meleklere tebliğ edildiği ulvî makam.
Mahiyetinin bilinemeyeceği konusunda bütün İslâm alimleri ittifak hâlinde. Maddî ve cismanî ne kadar âlem varsa hepsi Kürsînin içinde kalıyor; Arş ise Kürsînin üstünde.
Maddî âlemler Kürsînin içinde kalınca, Arş’ın Kürsiyi kaplaması, içine alması, onun üstünde bulunması, elbette cismen değildir. Bu nasıl bir üstünlük, nasıl bir kaplayıştır; bizim bunu anlamamız mümkün değildir.
Resulûllah Efendimiz (a.s.m.) yedi kat semanın, Kürsînin içinde, bir kalkanın içine atılmış yedi para gibi kaldığını ifade buyurmakla, Kürsîyi ve Arşı anlamamızın mümkün olmadığını bize ders veriyorlar.
Bediüzzaman Hazretleri, “Kalb de bir arştır, fakat ben de Arş gibiyim diyemez.”buyurarak, hem insana haddini bilme dersi veriyor, hem de Arş’la ilgili bazı sırların yine insan kalbinde aranması gerektiğine işaret ediyor. Elbetteki bu sırlar Arş’ın mahiyetiyle ilgili olamaz; ancak varlığıyla ilgili olabilir. Zira Arş’ın mahiyetinin bilinmezliği de kalbden okunmakta. Kalbinin ve ruhunun mahiyetini bilemeyen insan, Arşı kavrama dâvâsına nasıl kalkışabilir!?
Kalbimiz Arşa gösterge. Ruhumuz ruhlar âleminden bir temsilci. Bedenimiz, Kürsînin içindeki maddî âlemlerden süzülmüş bir hülâsa…
Ruhun bir sıfatı olan hayat, bedenin her noktasında mevcut. Demek ki ruh, bu sıfatıyla bedeni kaplamış, kuşatmış, ihata etmiş.
Bir diğer sıfatı ilim. Ruh, saçtan da haberdar, ayak parmağından da. Akciğerin de vazifesini biliyor, akyuvarların da… Demek ki ruh, ilim sıfatıyla da bedeni kuşatmış. Madem ki ruh bedeni böylece kuşatmış durumda, öyleyse ruh ve kalb bedenin fevkinde, onun üstündedir. Fakat, ruhun bu kaplayışı, paltomuzun bedenimizi kaplamasına benzemediği gibi, onun bedenden üstünlüğü de başın gövdeden üstünlüğü gibi değildir.
Kürsînin cismanî âlemi içine alması belki hava unsurunun bedenimizi kaplamasına benzetilebilir. Ama Arş’ın Kürsî’yi kaplaması ve onun üstünde olması maddî hiçbir misâlle ifade edilemez. Onun cüz’î bir misâli ruhun bedeni kaplamasıdır ve bu kaplayış gibi, o kaplayış da insan idrakinin çok ötesindedir ve beşer ifadesinden çok yücedir.
Bedene hâkim olan ruh da İlâhî iradenin emrinde. O ülkede, O’nun hükmettiği kadar kalabiliyor. Onun açtığı pencerelerden bu âlemi seyredebiliyor. Bedeni ayaklarla yürütmeye, tatları dil ile almaya, kokular için burnu kullanmaya mahkûm… Demek ki İlâhî kudret, ilim ve irade de ruhun fevkinde, ona hâkim. İlâhî sıfatların ruhun fevkinde bulunması, onu kaplaması da ruhun bedeni ihatasıyla kıyaslanmayacak kadar yücedir, yüksektir, ulvîdir.
Bu pencereden, “Rahman arşın üzerinde istiva etti.” âyet-i kerimesindeki ince ve derin mânâya bir derece bakabiliriz.
Arş’ın fevkinde, esma ve sıfat-ı ilâhiyye dairesi var. Bu fevkiyetin de maddî olamayacağı açık… Yeryüzünde açan bir çiçekte Allah’ın Müzeyyin (süslendirici), Musavvir (şekil verici) gibi birçok ismi okunuyor. O isimler çiçekte okunduğuna göre onun fevkindedirler, ona hâkimdirler. Arş da ism-i âzama mazhar olması cihetiyle, onun fevkinde esma dairesi, o esmanın fevkinde de İlâhî sıfatlar mevcut.
Nur Külliyatı’ndan Arşa dair şu elmas hakikatları birlikte okuyalım:
“İsm-i âzama mazhar olan Arş-ı Azama uruc yolu, yetmiş bin perdeden geçer.”
“Cennetin sekiz tabakası birbirinden üstün oldukları halde umumunun damı Arş-ı Azamdır.” (Sözler)
“Arş; Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita ve karışığıdır.” (Mesnevî-i Nuriye)
Son cümledeki ince mânâya, Elmalılı merhumun,
“O (Allah) her şeyden sezilir Zâhir, hiçbir şeyle bilinmez Bâtın’dır.”
sözünün ışığında baktığımızda, ism-i âzama mazhar olan Arş’ın varlığının, bütün varlıklardan daha âşikâr olduğu, mahiyetinin bilinmesinin ise ruhun mahiyetinin bilinmesinden de çok öte bâtın olduğu anlaşılır.
Arş bütün mahlûkattan evveldir. Bütün âlemler, sistemler onun altında cereyan ederler, parlar sönerler, doğar ölürler. O ise onlardan evvel var olduğu gibi onlardan sonra da varlığını devam ettirir.
İslâm âlimleri, Arş ve Kürsî isimlerinin mecaz ve teşbih yönü olduğunu ifade etmekle birlikte, bu âlemlerin mevcut olduklarına da bilhassa dikkat çekerler. Yâni, tavan mânâsına gelen Arşı, kâinatın maddî bir tavanı gibi düşünmek; taht mânâsına gelen Kürsîye de bir padişahın saltanatını icra ettiği maddî tahtı, yahut bir âlimin ilmini neşrettiği kürsüsü gibi anlamak mümkün olmamakla birlikte, bunları sadece mecaz bilmek de doğru olmaz. Bu hususta şu güzel misali de vererek bizi ikaz ederler.
“Nasıl Kâbe’ye beytullah yâni Allah’ın evi denilmesi mecazdır, ama Kâbe’nin varlığı da bir hakikattir. Arş ve Kürsî’yi de böyle değerlendirmek ve mahiyetlerini de anlaşılmaz olarak bilmek gerekir.”
Bir önceki yazımız olan Cenab-ı Hak, hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde, insanlara ibadeti emretmesi ve bu görevi yerine getirmeyenleri şiddetle tehdit etmesi, nedendir ve ne anlama gelmektedir? başlıklı makalemizi de okumanızı öneririz.