Hz. İsa (as), çeşitli vesilelerle Allah’ın bir olduğunu, eşi ve benzerinin bulunmadığını ifade etmiş ve O’nun bu sözleri İncil’de aynen yer almıştır. Bu bakımdan gerçek Hristiyanlığın tevhide dayandığını Hristiyanların bile inkâr etmesi mümkün değildir. Hristiyanların bu konudaki yanılgıları, “Allah’ın kelimesi” ve “Allah’ın Ruhu” (Nisa, 4/171) vb. Kur’an ayetlerini yanlış yorumlamalarından kaynaklanmaktadır.
Hristiyan bilginleri “Allah’ın kelimesi”nden Allah’ın kelâm ve nutkunun Hz. İsa’da ifadesini bulduğunu, Allah’ın ruhunun O’na girdiğini, böylece kendisinin bir Tanrı olarak dünyaya geldiğini zannetmişlerdir. Hristiyanlığa böyle önemli bir unsurun girmesi, onların tevhid inançlarını olumsuz yönde etkileyerek onları bir çıkmaza sürüklemiştir. Ne yapacaklarını şaşıran Hristiyanlar kendi elleriyle ördükleri bu düğümü, yüzyıllar geçmesine rağmen hâlâ çözebilmiş değillerdir. Bir yandan Allah’ın tek olduğunu kabul etmek, bir yandan da üç Tanrı bulunduğuna inanmak kolay çözülecek bir problem değildir.
Bu hatalı anlayıştan kurtulabilmek için Hristiyanların yapacakları bir iş vardır:
Hz. İsa (as) ve Rûhu’l-Kudüs’ün uluhiyetini nazar-ı itibara almaksızın Allah’ı tek ilâh kabul etmek, Allah’ın eşi ve benzeri olmadığını, Hz. İsa’nın da sadece O’nun kulu ve peygamberi olduğuna inanmak, Hz. İsa’ya herhangi bir ilâhî sıfat ve isim yakıştırmamak (Mevdudî, Tevhid Mücadelesi, çev. A. Asrar, İstanbul, 1983, I, 548).
Bu konudaki bir başka Hristiyan inancına göre, Allah bir cevherdir. Bu cevherin üç temel rüknü şunlardır: 1. Baba = Allah, 2. Oğul = İsa, 3. Ruhu’l-Kudüs = Hz. Meryem’e Allah tarafından ilkâ edilen ruh. İnançlarına göre bunların üçü de aynı ilâhtır. Hristiyanların bu ilâh anlayışlarını Hz. İsa bizzat Kur’an diliyle şöyle cevaplandırmıştır:
“…Ey İsrailoğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin…” (Mâide, 5/72).
Bilinen bir gerçektir ki Hristiyanlar, Hz. İsa (as)’dan sonra yalnız tevhid inancını terketmekle kalmamışlar, bir çeşit putperestliğe de dinlerinde yer vermişlerdir. Böylece tek Allah yerine üç Tanrı bulunduğunu zanneden Hristiyanlar, şirke saparak azizlere ve mezarlara tapmaya başlamışlardır.
Özellikle Katoliklerde görülen (5. yy.) Hz. İsa (as) ve O’nun Havarilerine tapma hadisesi zamanla kiliselere, başta Hz. Meryem ve Hz. İsa olmak üzere birçok aziz ve azizenin putunun yerleştirilmesine sebep olmuştur. Günümüze kadar gelen hemen bütün Hristiyan kiliselerinde bu çeşitli putlar görülmektedir.
Ancak günümüz Hristiyanlarının kiliselerdeki bu put tasvirlerine ibadet için eskisi kadar şuursuz bir istek taşımadıkları da bilinmektedir. Aynı şekilde fanatik ve cahil olmayan Hristiyanlar, Allah inancı konusunda Teslis’i terketmiş görünüyorlar. Bugün aydın bir Hristiyanın Hz. İsa’ya “Allah’ın Oğlu” nazarıyla bakması ve Allah’ı Baba olarak görmesi nerede ise imkansız bir hâl almıştır. Günümüz Hristiyanları da bizim gibi Allah’ın birliğine inanmakta ve Teslis’i mantıksız bir inanç olarak nitelendirmektedir. Nitekim en önemli ve en büyük buyruğun ne olduğu kendisine sorulduğunda Hz. İsa:
“Dinle ey İsrail, Tanrımız olan Rab tek Rab’tır.” (İncil, Markos, XII, 29)
cevabını vermiştir. Pazar âyinlerinde her kilisede topluca söylenen Hristiyan Âmentüsü,
“Tek Allah’a inanıyorum…” cümlesiyle başlamaktadır (Xavier Jakob, Sorabilir miyiz? İstanbul, 1988, 10).
Kur’ân, tanrılaştırılan varlıklar arasında, Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’i de sayar:
“Hatırla ki, Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’tan başka iki tanrı olarak benimseyin.’ dedin?” diyecek, İsa: ‘Seni tenzih ederim, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz.’ (…)” diyecektir. (Maide, 5/116)
Şu âyette ise, Meryem’in tanrılaştırıldığına işaret vardır:
“Meryem oğlu Mesih, sadece resuldür, -Ondan önce de resuller geçmiştir-, Onun annesi dosdoğrudur, her ikisi de yemek yerlerdi (…)” (Maide, 5/75).
Hristiyanlar, Meryem’i Allah’tan başka tanrı saydıklarını inkâr etmiş ve etmektedirler. Hristiyanlık tarihine bakılacak olursa, onlar arasında Meryem’i tanrılaştıranların bulunduğu görülür. Collyridiens diye adlandırılan, dördüncü asırda Arabistan’da doğup sonra kaybolan bir Hristiyan cemaati, tekerlekli bir taht üzerinde Meryem’i tazim ediyor, ona pastalar takdim ediyorlardı. Tamamen kadınlara mahsus, Meryem’e ait geniş bir ibadet merasimi vardı.(Duchesne, Historie ancienne de Eglise, II. 622’den Masson, Le Coran et la revelation Judeochreteenne 193-194)
İslâm, reddedilmesi gereken mutlak bir yanlış olup, Hıristiyanlık için, kendisiyle mücadele edilmesi lâzım gelen bir tehlikedir.
Öteki görüş ise, İslâmiyet’te bazı hakikat pırıltıları bulunduğuna ve Hıristiyanlıkla olan benzerliklerini kabul edip, bunların geliştirilmesi gerektiğine kanî idi. Neticede, İslâm ülkelerinde yaşayan bazı piskoposların itirazı sebebiyle, İslâm hakkında âdil bir tutum takib edilmesi meselesi ortaya çıktı. Bundan sonra, konsil çalışmaları içinde çok az bir yer tutmakla beraber, Kilise’nin İslâm’a bakışı bakımından hayli önemli olan iki metin hazırlanıp oylandı.
Konsilin, 1964 yılında oturumlarına ara vermesi sırasında, Hıristiyanlık dışında kalan dinlerle ve bu cümleden olarak İslâmiyet’le ilgili hazırlıklar yapacak komisyonlar kurulmuştu. Neticede, iki sahifeden ibaret olan, “Yahudiler ve Hıristiyan Olmayanlar Hakkında Beyanname” tamamlandı. Beyannamenin birinci sahifesi Yahudilere tahsis edilmişti. İslâm’dan bahseden paragraf ise şöyle idi:
“Kardeşlerimize karşı bu sevgi ile harekete geçerek, -birçok noktada bizimkinden farklı da olsa- bu dünyaya gelen her insanı aydınlatan Hakikatin (“Hakikat” kelimesi, Hıristiyanlıkta, ekseriya Hz. İsa’nın sıfatı olarak kullanılır (Yuhanna, İncili, 14, 6 cümlesi şöyledir: İsa ona dedi: Yol ve Hakikat ve hayat benim) ışığını yansıtan fikir ve doktrinleri de büyük bir saygı ile nazar-ı itibara almaktayız. Bundan ötürü her şeyden önce Tek, Zatî (personnel), işlerin karşılığını verecek olan Tanrı’ya ibadet eden ve bize, dini mânâ ve beşerî kültürün sayısız mübadeleleriyle çok yakın olan Müslümanlara anlayışımızı ifade ediyoruz.”
Konsilin birinci döneminden sonra, 20 Haziran 1963 günü papa seçilen VI. Paul, konsile verilen bu ara esnasında “kutsal yerler”! (Kudüs, Amman) ziyaret etti. Orada, Müslümanları dostça selâmladığını ifade etti. 1964 yılında, Hıristiyan olmayanlarla ilgili bir daire başkanlığı kuruldu. Daha sonra, İslâmiyet’i, öbür dinlerle bir tutmanın doğru olmayacağı düşünüldüğünden olacak, bir süre sonra 1 Mart 1965 günü İslâmiyet için, buna bağlı bir “başkan yardımcılığı” ihdas edildi. Bu müessese, konsile bağlı değildi. Ancak, mezkur beyannameyi hazırlayan Birleşik Komisyonun, İslâm için kurulan alt komisyonu konsile bağlı idi. Bu alt komisyonda, Kahire’deki “Şark Tetkikleri Dominiken Enstitüsü” (l’lnstitut dominicain de’etudes orientales) ile Tunus’taki “Papalık Şark Tetkikleri Enstitüsü” mensuplarından bazılarına görev verilmişti.
Hıristiyanların, öteki dinlerin mensuplarıyla münasebetlerini ihtiva eden kısımda (la Consitution sur l’Eglise, Lumen Centium, no: 16) yer almak üzere hazırlanan ilk metinde, Yahudilerden söz edildikten sonra, şöyle deniliyordu:
“(Hz.) İbrahim’i ata olarak kabul eden, aynı zamanda (Hz.) İbrahim’in Tanrısına inanan (Hz.) İsmail oğulları da Atalara (Tevrat’tan önce peygamberler, özellikle Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakub için kullanılır) yapılan Vahye yabancı değildirler.”
Mutedil olmasına rağmen, bu metine, yüzlerce konsil üyesi itiraz etti. Zira metin, Hz. İsmail, İslâmiyet ve Hıristiyanlıktaki vahiy anlayışı arasında münasebet kuruyordu. Lumen Centium metninin konsildeki raportörü Mgr. Garrone, anılan metnin reddedilmesinin sebebini şöyle izah ediyordu: “İsmail oğulları” sıfatı münakaşalıdır. Objektif olarak, Müslümanlar, Atalara yapılan Vahye malik değildirler”. Bu anlayış, Kur’ân vahyini, Yahudi ve Hıristiyan vahyi dışında görüp, böylece onu kabul etmediğini ortaya koyuyordu.
Daha sonra yapılan değişikliklerle, metin şu şekilde kabul edildi:
“Necat temennisi. Yaratıcıyı kabul edenlere, birinci derecede, (Hz.) İbrahim’in imanına sahib olduklarını ifade eden ve Ahiret’te insanlar hakkında hüküm verecek olan, Tek ve Merhametli Tanrı’ya, bizimle birlikte ibadet eden Müslümanlara da şamildir.”
Nihai olarak benimsenen bu metin, Hristiyanlarca tartışmalı konuları (Hz. İsmail ile İslâm arasındaki münasebet, Hz. İbrahim’in Müslümanların atası olması gibi) zikretmekten kaçınmıştır. Müslümanların, “İbrahim’in imanına sahib olduklarını ifade eden” kimseler olduğu belirtilmekte ve bunun, Müslümanların sübjektif bir iddiaları olduğu fikri vurgulanmakta, objektif geçerliliği hakkında herhangi bir şey söylenmemektedir.
Bir önceki yazımız olan Küllî irade ve cüz'i irade ne anlama gelir? Farkları nelerdir? başlıklı makalemizi de okumanızı öneririz.