Bu söz hangi makamda, ne maksatla söylenmiş bilemiyoruz. Ancak, genel bir bakışla bu sözden şunu anlamak mümkündür:
Allah’ın Zat-ı Akdesinin mahiyeti bilinmez ve onu düşünmeye izin de verilmemiştir. O halde burada “Allah”tan maksat O’nun isim ve sıfatlarının bilinmesidir ki, marifetullah da bu çerçevede değerlendirilir. Allah’ın isim ve sıfatlarının doğru olarak kavranması akılla değil, nakil ile bilinir. Nazarî / felsefî akıl, tek başına bu marifete ulaşamayacağının en büyük delili bu konuyla uğraşan en büyük filozofların bile düşüncelerinde yaptıkları hatalardır. Öyleyse, marıfetullahta en büyük görev kalbe düşer. Nitekim, iman da kalbe ilka edilen bir hakikat cevheridir. Kalbin bu konuda –nakle uygun- doğruyu yansıtabilmesi için, her türlü kirden, pastan ve şüphe şaibesinden arınması gerekir. Bu ise ancak halis amelle mümkündür.
O halde, Allah’ı hakikî manada tanımak sadece fen-felsefe ile uğraşan nazarî akılla mümkün değildir. Bilakis, bu marifet ancak, Allah’ın kitabına ve elçisinin yoluna bağlanmış, Rabbine teslim olmuş, amelle cilalanmış bir kalp sahibinin ulaşabileceği bir penceredir.
Bir önceki yazımız olan Hiçbir şey yaratılmadan, insanlar ve cinler yaratılmadan önce, Allah'ın isimlerinin anlatımı nasıldır? İsimler nasıl tecelli ediyordu? başlıklı makalemizi de okumanızı öneririz.