ALLAH’IN BİRLİĞİNİN DELİLLERİ:
Bürhan-ı Temanü
İslâm İlâhiyat âlimleri (kelâmcılar) Allah’ın birliğini isbat için çeşitli deliller zikretmişlerdir. Bunların en önemlisi Bürhan-ı temanü’ delilidir. Her aklı selim sâhibi bilir ki, ulûhiyet sıfatına sahip olan ve vücudu hariçten bir varlığın değil, zâtının gereği bulunan varlık, tam bir kudret mâliki, mutlak bir hüküm ve galebe sâhibidir. Bu hâl, ulûhiyetin îcabıdır. O halde ilâh olan varlığın kudret ve kuvveti karşısında durabilecek bir rakibi bulunmaması gerekir. Aksi takdirde kudreti noksan, kendisi nâkıs bir varlık olur. Böyle bir varlık da ilâh olamaz. Şimdi her bakımdan birbirine denk iki ilâh bulunduğunu farz edelim. Yaratmakta ve hükmetmekte bağımsız hareket etmeleri ilâhlığın tabiatı icabı bulunduğundan, bu iki ilâhın her zaman ittifak edip anlaşmaları imkânsızdır.
Tam bir kudret ve galebe sahibi olan her bir ilâhın, kendi arzusuna muhalefet edilmesine rıza göstermesi de muhaldir. Şu halde, her bakımdan birbirine eşit iki ilâhın bulunduğunu farzettiğimizde, aralarında ihtilâf ve arzularında çatışma olacağı kesindir. Böyle bir ihtilâf sonunda, meselâ ilâhların biri bir şeyin olmasını, diğeri de olmamasını istese, aklen şu üç ihtimalden biri olacağı muhakkaktır.
1. Ya iki ilâhın da dediği olacaktır.
2. Veya her ikisinin de dediği olmayacaktır.
3. Yahut ilâhlardan birinin istediği olurken, diğerininki olmayacaktır.
Bu ihtimallerden herbiri de aklen muhal ve imkânsızdır. Her ikisinin de istediği olsa, bir anda bir şey’in hem olması, hem de olmaması, yani, vücud ve adem gibi iki zıddın bir araya gelmesi durumu ortaya çıkar ki, bu mantıken imkânsızdır.
Her iki ilâhın da istediklerinin olmaması, bir anda bir şeyin hem vücuddan, hem de ademden mahrum kalması, yani, zıdların ortadan kalkması demektir ki, bu da aklen ve mantıken muhaldir. Bundan başka, istekleri yerine gelmeyen ilâhların acziyete düşmeleri de söz konusudur. Âciz olan varlıklar ise, ilâh olamazlar, bir şey yaratamazlar. Üçüncü ihtimal gereğince, ilâhlardan birisinin arzusu tahakkuk eder, diğerininki tahakkuk etmezse; arzusu yerine gelmeyen ilâh âciz olur, âciz olan ise ilâh olamaz.
Ayrıca ulûhiyet sıfatlarında eşit olduklarını zikrettiğimiz iki ilâhtan birinin âciz olduğu sabit olunca, âciz olana eşit olan diğerinin de âciz olacağı sabit olur. Böylece her iki ilâhın da aczi lâzım gelir. Âciz olan varlıklar da ilâh olamazlar. Bu şekilde bütün ihtimallerin bâtıl olduğu ortaya çıkınca, iki ilâh faraziyesinin bâtıl olduğu da kendiliğinden sabit olur.
Hâkimiyetin Ortak Tanımaması Delili
Hâkimiyetin en esaslı ve vazgeçilmez kanunu, istiklâliyettir. Yani, gayrın müdahalesini ve saltanata ortaklığını reddir. Hâkimiyetin zayıf bir gölgesine ve küçük bir cilvesine mazhar olan âciz insanların bile, istiklâliyetlerini muhafaza için dış müdahaleleri nasıl şiddetle reddettiği ve kendi işine başkalarının karışmasına nasıl müsamahasız davrandığı meydandadır. Hattâ hâkimiyetine karışabilir tevehhümüyle, en dindar padişahlar bile, mâsum çocuklarını ve sevdikleri kardeşlerini öldürtmüşlerdir. Bu da hâkimiyette gayrın müdahalesine yer olmadığı gerçeğinin ne derece kat’î ve esaslı olarak hükmettiğini apaçık göstermektedir.
Acaba âciz ve yardıma muhtaç insanlardaki hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddeder, hâkimiyetinde iştirâki kabûl etmez, istiklâliyetini ne pahasına olursa olsun muhafazaya çalışırsa; elbette “rububiyet derecesinde mutlak hâkimiyeti, ulûhiyet derecesinde mutlak âmiriyeti, ehadiyet derecesinde mutlak istiklâliyeti olan”Cenâb-ı Hakk’ın ne derece şerikten, ortaktan, nazîrden, rakipten uzak olacağı anlaşılır. Bu bakımdan istiklâliyet ve infirad (teklik), Allah’ın mutlak hâkimiyetinin zaruri bir neticesidir.
Nizam Delîli
Kâinat yüzünde zerrelerden yıldızlara kadar varlıkların tek tek herbirinde ve umumunda görülen nihayet derecede mükemmel bir nizam ve intizam, tevhide en büyük delil, en parlak bürhandır. Çünkü kâinattaki ilâhî icraat ve îcada, bir tek Sâni’den başkasının müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve muvazene bozulacak ve her tarafta intizamsızlık eseri görünecekti.
Vahdette Kolaylık, Kesrette Zorluk Olduğu Delîli
Eşyanın îcadı, bir tek Sâni’ ve Hâlika verilirse, bir tek varlık gibi kolay olur. Eğer tabiata, tesadüfe isnad edilirse, bir tek sinek, semâvât kadar; bir çiçek bir bahar kadar; bir meyve bir bahçe kadar, zor ve müşkilâtlı olur. Kâinatta eşyanın îcadında nihayetsiz bir sühûlet ve kolaylık görüldüğüne göre, Sâni’in tek ve vâhid olduğu anlaşılır…
Şirk nedir?
Şirk kelimesi, ortaklık demek olup, tevhid kelimesinin zıddıdır. Şerik ise, ortak demektir. Kur’ân-ı Kerîm insanları tevhide, yani, Allah’ın birliğini kabûle dâvet etmiş, O’na zâtında, sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik (ortak) kılmaktan şiddetle men’etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, ayrıca şirkin pek büyük bir günah ve zulüm olduğunu, Hak Teâlâ’nın kendisine şirk koşulmasını asla afvetmiyeceğini, bundan başka olan günahları -dileyeceği kimseler için- afv edeceğini de bildirmiştir.
Yeryüzündeki her şey kendi emrine ve hizmetine verilmiş ve idaresine terkedilmiş olan insanın, kendi hizmetinde olan bâzı varlıkları ilâh kabûl ederek, Allah’ı bırakıp onlara ibâdet etmesi ve onları Allah’a şerik koşması gerçekten son derece ağır bir günah, büyük bir zulümdür. Şirkin günah ve zulüm oluşu, sadece Allah’ın hukukuna karşı bir tecavüz, iftira ve hakaret oluşu sebebiyle değildir. Şirk aynı zamanda kâinatın ve umum mahlûkatın hukuklarına karşı da büyük bir hakaret ve tecavüzdür.
Şirkin Nevileri
Şirkin başlıca nevileri şunlardır:
1. Allah’ı bırakarak, O’ndan başka canlı veya cansız varlıklara tapmak ve onlara ibâdet etmektir. Hayır ilâhı, şer ilâhı diye iki ayrı ilâha tapan Mecusîlerin şirki bu nevidendir.
2. Allah’a inanmakla beraber, O’na başka varlıkları şerik (ortak) koşmak, yani, Allah’tan başka bâzı varlıkların da ulûhiyet sıfatı ile muttasıf olduğuna inanmaktır. Hristiyanlıktaki teslis akîdesi bu kısma girer…
3. Bu âlemin yaratıcısının bir olduğunu kabûl etmekle birlikte, O’na yakınlığı te’min için, put, heykel gibi cansız eşyaya ibâdet etmektir. Putperestlik bu kısma girer.
4. Şirkin en yaygın görülen bir şekli de insanın kendi heves ve süflî arzularına perestiş edip körü körüne uyması, hevâsını kendine bir nevi ilâh edinmesidir. Kur’an’da:
“Kendi heves ve arzûlarını ilâh ve mâbud edinen kimseyi gördün mü?”(Furkan, 25/43)
buyurulmak suretiyle bu gibiler kötülenmiştir.
5. Bir de gizli şirk vardır ki, bu da riyâdır. Yani ibadeti ve iyilikleri yalnızca Allah rızâsı için yapmak yerine, başkaları görsünler, beğensinler diye yapmak demektir. Böyle yapılan bir ibadette, bir nevi Allah’a şirk koşulmuş olmaktadır. Peygamberimiz bunu şirk-i hafî olarak vasıflandırmıştır. Mü’min gizli – âşikâr, açık – kapalı her türlü şirkten dikkatle kaçınmalıdır. Hakikî tevhide ancak bu şekilde ulaşılır. Kur’ân-ı Kerîm’de şirkin bütün nevileri şiddetle reddedilmiş; hakikî tevhid inancı bütün insanlığa telkin edilmiştir.
TEVHİD DELİLLERİ:
Bu âlem hakkında yapılmış birbirinden güzel teşbihlerden biri: Kâinat Sarayı.
Bu teşbihde tevhid vardır. Bir sarayda iki sultan olmaz. Sarayın tabanı başkasının, tavanı başkasının olmaz. Dış duvarlar sultanın, iç bölmeler vezirin olmaz. Saray ve sultan bir olunca artık ondaki eşyaları başkasına veremez, başkasından bilemezsiniz.
Bu kâinat sarayının halıları, lâmbaları ve diğer eşyaları bir başka âlemden getirilip de buraya monte edilmiş değiller. Saraydaki her şey ve en önemlisi her misafir, saraydan doğuyor. Bir çiçeğe bakalım: Topraktan güneşe kadar sarayın her şeyinin onda bir hissesi vardır. İnsan bedenine nazar edelim: Bu sarayın temel taşları olan elementler onda da mevcut.
Dağlar, ovalara birer koltuk gibi kurulmuş. Ama başka bir yerden getirilerek değil ovanın içinde yükselerek.
Meyveler dallara tutunmuş. Başka bir beldeden ithal edilerek değil, ağacın içinden çıkarılarak.
Yavru, annenin kucağına oturmuş. Bir başka ülkeden gelerek değil, onun rahminde büyüyerek.
Güneş lâmba olmuş bu saraya. Bir başka yerden satın alınarak değil, sema ile birlikte yaratılarak.
İşte tevhid, bu sarayın sultanını bir bilme, birleme ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmama itikadı. Kâinattaki bu birlik her şeyde kendini gösteriyor.
“Her şey de bir birlik var. Birlik ise biri gösterir.”
Kâinat birtek saray olduğu gibi, güneş de birtek lâmba. Her ağaç kendi başına bir müstakil varlık… İnsan da ayrı bir âlem.
İnsan için, âlemin küçük bir misâlidir, buyurulur. Onun elini başka, ayağını başka yaratıcılardan bilemez, içini başkasına, dışını başkasına veremezsiniz.
Allah, bütün varlık âleminin tek sahibi, yegâne mâliki, şeriksiz Hâlıkı.
“…Saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez.” (Mektubat)
Bu ifadelerden tevhidin iki mertebesini ders alıyoruz: Tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet. Tevhid-i ulûhiyet, Cenâb-ı Hakk’ın zâtını bir bilmek, O’nu her türlü şerikten tenzih etmek. Zaten, tevhid denilince akla hemen gelen de budur. “Lâ ilâhe illâllah”kelâmı, bu tevhidi ifade eder.
Allah ismi zikredildiğinde, bütün kemal sıfatlar ve bütün güzel isimler de birlikte yâd edilmiş olur: Allah ezelîdir, Allah ebedîdir, Allah Rahman’dır, Allah Rahim’dir, gibi…
İşte Allah isminin ifade ettiği bütün mânâları düşünmek, bizi tevhid-i rububiyete götürür. Yâni, her şeyi kademeli olarak terbiye edip bir kemal noktasına erdiren, onu faydalı bir varlık hâline getiren ancak Allah’tır. Bu terbiye fiili, bu rububiyet, bütün İlâhî sıfatlarla ve bütün mukaddes fiillerle icra edilmekte ve üzerinde İlâhî isimlerin okunduğu bir eser çıkmakta ortaya. İşte Allah, bu eserin hem Hâlıkı (yaratıcısı)dır, hem Rabbi (terbiye edicisi)dir.
Dünün yumurtası bugün uçuyor. Dünün çekirdeği bugün meyve veriyor. Ve dünün nutfesi bugün ilim tahsil ediyor. Bu ikinciler bu hâle bir terbiyeden geçerek gelmişler. Hepsi Allah’ın rububiyetiyle.
Bir binayı düşünelim. Temelini birisi atmış, duvarlarını bir başkası örmüş, su ve elektrik tesisatını, sıvasını, boyasını ayrı ustalar yapmışlar ve camlarını bir diğeri takmış. İnsanın yaratılışı böyle değil… Nutfe denilen bir İlâhî şifreye insan binası, bütün tesisatlarıyla, bölümleriyle, her organın yeri ve sayısıyla kaydedilmiş; bir Rabbanî takdir ile. İşte bu noktaya bu kadar bilgiyi kaydeden Zât, bu bedeni her şeyiyle yaratıyor. Nutfeyi yaratan da Allah, o şifreyi açan ve ondan çıkardığı bedeni tanzim eden de. Bütün bu fiiller hep O’nun ve hep O’na mahsus .
İşte bu fiillerin tamamını Allah’tan bilmeye “tevhid-i ef’al” diyoruz. Bu fiiller İlâhî sıfatlarla, yâni aynı ilimle, aynı kudretle, aynı iradeyle icra ediliyorlar. Bilen başka, dileyen başka değil. Gören başka, kudretiyle ören başka değil.
Çekirdekten ağaçları çıkarmak, yumurtalarda balıkları yaratmak, rahimlerden yavruları halketmek, semayı direksiz durdurmak, dünyayı nizamla gezdirmek, rüzgârı estirmek, yağmuru yağdırmak hep aynı kudrete dayanıyor. Bütün bu işlerin irade edilmeleri ve bilinmeleri de aynı irade ve ilim ile.
İşte bütün bu fiil âlemlerinin aynı sıfatlara isnad edilmesine de “tevhid-i sıfat” diyoruz.
Bir de “tevhid-i zât” var. Bütün varlık âlemlerinde aralıksız faaliyet gösteren bu sonsuz ilmi, bu nihayetsiz kudreti, bu mutlak iradeyi ve diğer sıfatları bir tek zâtın sıfatları bilmek ve hepsini O’na isnad etmek.
Kalb gibi akıl da tevhid ile tatmin oluyor. Sizin binanızı bir başkası boyarsa o adam o binaya sahiplik iddiasında bulunabilir mi? Sadece yaptığı işin ücretini ister, o kadar. O adam binanın ne sahibidir, ne mâliki. Sadece yardımcıdır, işçidir, ücretlidir.
Allah’ın yaptığı vücut binasını da bir başka ilâh bezetemez. Böyle bir ilâhın varlığı bir an için farzedilse bile; bu ilâh, o binaya sahip ve mâlik değildir. Sadece bir yardımcıdır. Yardımcı ise ilâh olamaz ve Allah yardımcılara muhtaç değildir.
Öyleyse yaratan da O’dur, hayat veren de. Sûret giydiren de O’dur, rızık veren de. Terbiye eden de O’dur, tanzim eden de. Döndüren de O’dur, durduran da…
Her şeyin dışı da O’na ait, içi de. O halde Allah hem Zâhir’dir hem Bâtın.
Her varlığın başlangıcını da O yaratmış, neticesini de. Öyleyse Allah hem Evvel’dir hem Âhir.
Bütün mahlûkatın sahibi de O, ihtiyaçlarını gören de. Demek ki, Allah hem Mâlik’tir hem Rezzak.
Bütün insanlar insan olmakta birleşirler. Birini yaratan hepsini yaratandır. İnsanlar ve hayvanlar canlı olmakta tevhid ederler. Sineği yaratan, balinanın da yaratıcısıdır. Bütün yıldızlar, yıldız olmakta el eledirler. Birinin Hâlıkı, hepsinin de Hâlıkıdır. Ve nihayet bütün varlıklar mahlûk olmakta birleşir. Hepsi Allah’ın eseri, hepsi O’nun san’atıdırlar.
Cenâb-ı Hak, yaprakları, dalları, gövdeyi ve kökleri tevhid etmiş, bir ağaç çıkmış ortaya. Yetmiş trilyon hücreyi tevhid etmiş, ortaya bir insan bedeni çıkmış. Aklı, hayali, hâfızayı, sevgiyi, korkuyu ve daha nice duyguları ruhda tevhid etmiş.
Ve nihayet ruhla bedeni tevhid etmiş; insan olarak.
İnsan bedeni ile kâinat arasında kuvvetli bağlar kurmuş. Ciğeri havaya bağlamış, mideyi gıdaya. Göz nurunu semalarda gezdirmiş, ayakları zeminde. Böylece insan bir bakıma kâinatla bir olmuş. İşte kalb, bu bir olan âlemin Rabbini bir bilmekle, tevhid etmekle tatmin oluyor.
Bazı âlimlerimiz, tevhidi, “ilmî ve amelî” olmak üzere ikiye ayırırlar. Bu sınıflandırmaya göre bu noktaya kadar yazılanlar hep ilmî tevhiddir. Amelî tevhid ise, bu tevhid inancının insanın amel âleminde tam bir hâkimiyetle hükmetmesi.
Fatiha-i Şerife’nin “iyyake na’büdü ve iyyake nestain” âyet-i kerimesi amelî tevhid dersi verir.
“Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.”
Yalnız senin bildirdiğin yöne döner, yalnız senin huzurunda el bağlar, ancak sana rükû ve secde ederiz.
Aklımızı sadece senin razı olduğun şeylere yorar, kalbimize ancak senin razı olacağın sevgileri koyarız.
“İnnâ lillâh” (biz Allah’ınız) demişiz. Konuşmamız da senin içindir, susmamız da. Oturmamız da senin içindir kalkmamız da.
Yalnız Allah’a ibadet eden bir insan putlara tapma zilletinden kurtulduğu gibi, yalnız ondan yardım dileyen bir kul da sebeplerin ardına düşmekten, hâdiselerin kölesi olmaktan kurtulur. Ve tam bir tevekkül ile Rabbine sığınır. Bu çok ulvî bir haz olmanın yanısıra, çok üstün bir kuvvettir de.
Zaten kâmil mü’min olmanın yolu, hem ilmî hem de amelî tevhidde kemale ermekten geçmiyor mu?
TEVHİD-İ EF’AL
Bülbülün şekli, deveninkinden ne kadar farklı. Hurma ağacı da kavağa benzemiyor. Sûretlerin en güzeli insanda. Onun da her ferdine ayrı bir şekil verilmiş. Parmak izleri bile değişik. Semâ ülkesinde birbirinin aynı iki yıldz, denizde birbiriyle yüzde yüz mutabık iki balık bulmak mümkün değil. İşte bu kadar farklı şekillerin hepsi aynı fiilden geliyor: Tasvir.
Tutmak, muhafaza etmek de bir tek fiil. Ama değişik mahlûklarda, farklı şekillerde kendini gösteriyor. Kedi, yavrusunu ağzında götürür; kartal, avını pençesiyle havaya kaldırır; anne, yavrusunu kucağında taşır. Ağacın meyveleri tutuşu hiçbirine benzemez; onları âdetâ kendine yapıştırır. Güneş’in gezegenleri tutuşu bir başkadır, onlara dokunmağa kıyamaz, uzaktan tutar. Bu ve benzeri farklı tecelliler. Aslında bir kanunun değişik icraatları, aynı ziyanın muhtelif aynalarda farklı tecellileridir.
Hayat vermek, öldürmek, şifa bahşetmek, hidayete erdirmek, rızıklandırmak her biri ayrı bir fiil. Sonsuz denecek kadar çok olan bu fiiller aynı sıfatlara dayanıyor. Hayat, ilim, kudret, sem’, basar, irade, kelâm, tekvin. İşte mahlûkat âleminde icra edilen sonsuz fiillerin hepsini bu İlâhî sıfatlardan bilmek, tevhid-i ef’aldir. Bu sıfatları bir tek zâta isnad etmek ise, tevhid-i zât.
Bir önceki yazımız olan "Cenab" kelimesinin anlamı nedir? başlıklı makalemizi de okumanızı öneririz.